CİLT  ALTINDA  HÜCRELER ARASI BOŞLUKTA SIVI BİRİKMESİDİR. VÜCUDUNUZDA SÜREKLİ BULUNAN ÖDEM DURUMUNDA  KARACİĞER,KALP, BÖBREK VE TİROİD RAHATSIZLIKLARI VARLIĞI ARAŞTIRILMALIDIR. ANCAK VÜCUDUNUZDA ÖDEM DÖNEM DÖNEM OLUP AZALIYORSA BUNUN ALTINDA  YATAN SEBEPLER AZ SIVI ALIMI, HAREKETSİZ YAŞAM,GIDA İNTOLERANSLARI,FAZLA KAFEİN TÜKETİMİ ,VE YOOĞUN STRESE BAĞLI KORTİZOL ARTIŞI   OLABİLİR.

SIVI İHTİYACI KİŞİNİN BOYUNA, KİLOSUNA, YAŞINA GÖRE  VE GÜNLÜK  AKTİVİTE DÜZEYİN EGÖRE DEĞİŞEBİLMEKTEDİR BU SEBEPLE  NE KADAR SIVI TÜKETEMELİYİMİN CEVABI ASLINDA İSRAR RENGİZİDE GİZLİDİR. İDRAR RENGİNİZ AÇIK SARI OPLANA KADAR SIVI TÜKETMELİSİNİZ. KAFEİN TÜKETİMİNİ MAKSİMUM GÜNDE İKİ TÜRK KAHVESİ YA DA  FİLTRE KAHVE OLARAK SINIRLANDIRILMALIDIR.  ÖZELLİKLE  LENFATİK DRENAJ SORUNLARINA  BAĞLI BACAKTA VE VE AYAK BİLEĞİNDE ÖDEMİ OLAN KİŞİLERDE  YÜRÜYÜŞ İLE  KASLARIN ÇALIŞMASI SAĞLANARAK LENFATİK SİSTEME  DESTEK  OLUNMALIDIR.  HAYATIMIZDAKİ SRTRES KAYNAKLARINI ORTADAN KALDIRMAK MÜMKÜN  OLMAYABİLİR ANCAK STRESİ KONTROL EDEBİLME YETİSİ KAZANABİLİRİZ, MEDİTASYON , YOGA, NEFES EGZERSİZLERİ GİBİ VE GIDA İNTOLERANSLARINA BAĞLI ÖDEMDE  DE EN SIK RASTLADIĞIMIZ ETKEN  TABİİ Kİ BAŞ DÜŞMANIMIZ GLUTEN .

 

BAĞIRSAKLARIMIZ VE BAĞIŞIKLIK SİSTEMİMİZ

ücudun kendisinden farklı yapıda olan maddeleri (antijen) yabancı olarak algılayıp, onları yok etmek üzere harekete geçmesine bağışıklık (immünite) adı verilmektedir. Bağışıklık bilimi ise, bağışıklık sistemindeki mekanizmaları inceleyen bilim dalıdır. Bağışıklık yanıtı (immün yanıt) belirli bir antijene karşı gelişen özgül spesifik yanıt ve bu yanıtın etkisinin non-spesifik artışı olmak üzere iki bölümden oluşur. Bu nedenle özgül antijen ile ikinci kez karşılaşan bireylerde immün yanıt çok daha etkili ve hızlı bir biçimde ortaya çıkar. Örneğin geçirilen bazı enfeksiyonların tekrarlamaması veya aşılama ile korunmada bu yol temel mekanizmadır.

Bağışıklık yanıtı hücresel tip ve humoral tip olmak üzere iki bölümden oluşur. Hücresel immünitenin temel yapı taşları; lenfosit, monosit, makrofaj, doğal öldürücu (natural killer) hücreler, antijen sunan hücreler vb. olup, humoral immüniteninki ise immün globulinlerdir (secretuar immünite). Her iki mekanizma birlikte çalışarak bağışıklık yanıtını oluşturur.

Hücresel ya da humoral immünitede veya her iki bölümde birlikte olabilen eksikliklerin (defektlerin) araştırılması ve bu defektlerin yerinin saptanarak tedavisi de bağışıklık biliminin konusudur.

Bireyin çevresindeki milyonlarca mikroorganizmaya karşı (bakteri, virüs, mantar, parazit gibi) kendini savunduğu bu sistemin bozulması durumunda ortaya çıkabilecek bulgular bize bazı ipuçları verebilir.

Bunlar:

  1. bir yılda 8 den fazla enfeksiyon,
  2. bir yılda 2 den fazla ciddi sinüs enfeksiyonu,
  3. bir yılda 2 den fazla pnömoni (zatürre)
  4. büyüme-gelişme geriliği,
  5. tekrarlayan yumuşak doku veya derin doku (organ) apseleri,
  6. bir yaş üzerindeki çocuklarda, ağız veya ciltte mantar enfeksiyonu,
  7. enfeksiyonları düzeltmek için intravenöz (damar yolundan) antibiyotik kullanma gerekliliği,
  8. iki aydan uzun süre ile etkisiz antibiyotik kullanımı,
  9. ailede primer immün yetmezlik öyküsünün varlığıdır.

Ayrıca immün yetmezlik sendromları olarak tanımlanan hastalıklarda da bu çocukların fizik muayenelerinde o hastalığa spesifik olan bulgular aranmaktadır. İmmün yetmezlik hastalıklarının nedenleri; genetik yatkınlık, çevresel etkenler, kromozom anomalileri, beslenme ve vitamin eksiklikleri veya enfeksiyonlar olabilir.

Bağışıklık sisteminden bahsedilirken alerjik hastalıkları da ayırmamak gerekir. Alerji abartılı immün yanıt olarak tanımlanırken atopi, bireyin alerjik yanıt geliştirmesinde rol oynayan genetik yatkınlığa verilen isimdir. Alerjik reaksiyonlar; bağışıklık sisteminin normalde yanıt vermemesi (tolere etmesi) gereken çevresel antijenlere (toz, polen, çimen vs.) verdiği yanıt sonucu ortaya çıkan reaksiyonlardır. Günümüzde atopik bünye veya alerjik hastalıklara çok sık rastlanmakta olup, bu hastalıkların sebepleri araştırıldığında genetik eğilimler ve çevre faktörleri suçlanmıştır. Özellikle gelişmiş toplumlarda alerjik hastalıkların sıklığının giderek artmasında; bebeklikten itibaren uygulanan katı hijyen kuralları, küçük ailesel yapı, steril besin tüketimi, sağlık hizmetlerinin iyileşmesi suçlanmaktadır2. Tabii ki bu sayılanlar bizler gibi gelişmekte olan ülkeler için ulaşılması gereken en önemli hedefler gibi görünse de, doğal dengenin bir şekilde bozulmasının da insan sağlığını olumsuz yönde etkilediğinin en önemli kanıtlarıdır.

 

İmmün sistem, sadece dış etkenlere yanıt ile sınırlı kalmayıp kendi dokularına karşı da self toleransın bozulduğu otoimmün hastalıkları oluşturabilir. Bunlar arasında sistemik lupus, romaoid artirit, atopik dermatit, astım, çeşitli kanser tipleri sayılabilir. Bu hastalıklar, günümüzde çok popüler olan, immün beslenme dediğimiz bağışıklık yanıtını, vücut lehine çevirebilen ve abartılı inflamatuar cevabı sınırladığı bilimsel çalışmalarla desteklenmiş maddelerle önlenebilmektedir. Bunlar arasında; probiyotikler, prebiyotikler, sinbiyotikler, eser elementler (çinko, selenyum, demir, bakır), omega 3 ve omega 6 yağ asitleri, nükleotidler (arjinin, glutamin, dallı zincirli aminoasitler) ve vitaminler sayılabilir.

İmmün sistem ile beslenme arasında çok yakın bir ilişki vardır. Son yıllarda iyi beslenmenin hedefi sadece protein ve enerji gereksiniminin karşılanması değil, alınan bu besinlerle hastalık direncini artırmak, çevresel ve genetik eğilimlerle vücudun kendi dokularına verebileceği yanıtı sınırlamak veya durdurmak olmalıdır. Bunların içinde üzerinde en çok durulan omega 3 ve 6 yağ asitleri, insan sinir sisteminin ve gözün retina tabakasının gelişiminde çok önemli rol oynamaktadır. Anne sütü omega 3 ve 6 yağ asitleri bakımından çok zengin olup, bebeklerin ilk altı ayda yalnız anne sütü ile beslenmesi immün sistemi hayatın ilk dönemlerinden itibaren desteklemektedir. Omega 3 ve 6 yağ asitleri bağışıklık sisteminde temel fonksiyonlara sahip olan lenfosit ve doğal öldürücü hücrelerin yanıtlarını düzenleyip inflamasyonu sınırlamaktadır. Koroner kalp hastalıkları, otoimmün hastalıklar, kolon kanseri, meme kanseri, hipertansiyon gibi hastalıkların immün beslenme ile engellenebildiği bilinmektedir.

Probiyotikler, besinler ile alınan barsaktaki yararlı mikroorganizmaların sayısını dengeleyerek sağlığı olumlu yönde etkilemektedir. Bunlardan laktobasiller, bifidobakteriler ve mayalar en çok bilinenleridir. Probiyotiklere günümüzde canlı ilaçlar da denilmektedir ve anne sütünde de çok bol miktarda bulunmaktadırlar. Probiyotikler; makrofajların etkinliğini, sitokin üretimini, immün globulin oluşumunu, doğal öldürücü hücrelerin (natural killer) aktivitesini artırarak bağışıklık sistemine katkıda bulunurlar. Bu nedenle anne sütü alan bebekler çok daha az sayıda ishal atağı ile karşılaşırlar. Probiyotiklerin etkinliği özellikle gastrointestinal sistemde olmaktadır. Bu hastalıklar arasında enfeksiyöz ishaller, laktoz entoleransı, besinle ilişkili alerjik reaksiyonlar, atopik dermatit, kabızlık, hiperkolesterolemi, ülseratif kolit ve kolon kanseri sayılabilir. Probiyotikler canlı olmalı ve dışarıdan alınmalıdır. En çok kullanılanı Lactobasillus GG.’dir. Bunlar barsaklarda laktik asit üreterek patojen mikroorganizmaların çoğalmasını engellerler. Çocuklarda secretuar IGA (barsak yüzeyinden salgılanan immun globulin) düzeylerini artırarak, rota virüs vb. ishal etkenlerinin aktivitelerini durdururlar. Ayrıca besin alerjilerinde rol oynayan T lenfositlerin, alerjik yanıta neden olan sitokinlerin (salgısal maddeler) salgılanmalarını engelleyerek bağışıklık yanıtını vücut lehine baskılarlar. Bağırsak yüzeyinin dış vücut yüzeyine göre 100 kat fazla olduğu bilinmekte olup, bağırsak florasının düzenlenmesi bağışıklık sisteminin gelişmesinde çok önemli rol oynar. Barsak florasının düzenlenmesi; geçmişte fermente ürünlerin (yoğurt veya kefir gibi) çok tüketilmesi ile sağlanıyordu. Günümüzde, atalarımızın günlük olarak aldıkları probiyotiklerin milyonda birini alıyor durumdayız. Günümüzdeki beslenme alışkanlıklarının rafine yiyecekler lehine dönmesi bu durumu çok iyi açıklamaktadır. Prebiyotikler ise canlı değildir. Kolonda bulunan yararlı mikroorganizmalar için seçici olup çoğalmalarına yardım ederler. Bunlar arasında fruktanlar (inülin, oligofruktoz), soya fasulyesi oligosakkaritleri, galaktooligosakkaritler sayılabilir. Oligofruktozlar en çok buğday, sarımsak, soğan, pırasa, kuşkonmaz, enginar, muz ve anne sütünde bulunur. Sinbiyotikler ise hem probiyotik hem de prebiyotiklerin bir arada bulunduğu ağız yolu ile alınan maddelerdir. Tek başına pro veya prebiyotik kullanımına göre daha etkili oldukları anlaşılmıştır.

Günümüzde probiyotikler ve prebiyotikler;

  1. istenen miktarlarda sebze ve meyve tüket(e)meyenlerde,
  2. bağışıklık sistemi baskılanmış kişilerde
  3. yoğun bakım ünitesinde yatanlarda,
  4. prematüre ve yenidoğan bebeklerde,
  5. laktoz intoleransi ve ishal tedavisinde,
  6. alerjik hastalıkların bulgularının azaltılmasında,

destek amaçlı olarak kullanılmaktadır3.

Probiyotiklere en iyi klinik yanıt süt çocukluğu döneminde, besin alerjili atopik dermatit olgularında elde edilmiştir. Buna karşın astım ve alerjik rinit üzerinde henüz olumlu bir etki gösterilememiştir. Çok az sayıda istenmeyen yan etkiler rapor edilmişse de, özellikle immün yetmezliği olan vakalara probiyotik içeren gıda ve ilaçların verilmemesine dikkat edilmelidir. Besin alerjili ve atopik dermatitli çocuklarda probiyotiklerle olumlu yanıtlar alınacağı düşünülse de, henüz güncel tedavi protokolünde probiyotiklerin yer almadığı unutulmamalıdır3.
Çinko, selenyum, demir gibi eser elementler (vücutta üretilemeyen ve dışarıdan alınan maddeler), immün sistemin çalışmasında rol oynayan enzimleri aktive eden kofaktörlerdir. Selenyum hücre zarının bütünlüğünün korunmasında, çinko DNA ve RNA gibi yapı taşlarının işlevselliğinde rol alan enzimlerin aktifleşmesinde gereklidir. Çinko eksikliğinde hücresel bağışıklıkta bozulma, deri bütünlüğünde bozulma, sık tekrarlayan ishaller ile büyüme ve gelişmede gerilik görülür. Antioksidanlar ise vücuttaki metabolik olayların oluşumu sırasında doku ve organlara zarar veren oksidan maddeleri nötralize ederler. Bu nötralizasyon yani etkisizleştirmede rol alan enzimler (ör. glutatyon peroksidaz) selenyum, çinko, bakır, manganez, vitamin E, C, D ve Tokoferol bağımlıdır. Antioksidanlar ve vitaminler taze sebze ve meyvelerde bol miktarda bulunur. Omega 3 yağ asitleri; somon balığı, ton balığı, ceviz, fındık, buğday, semizotu, ıspanak ve brokolide bulunur. Demir ise kırmızı et, koyu yeşil yapraklı sebzeler, kuru baklagiller, kuru kayısıda bulunur. Çinko et, balık, tahıllar, ceviz ve bademde çoktur.

Son olarak bağışıklık sisteminin doğal olanı yanında bir de kazanılmış bağışıklık (sekonder bağışıklık) olarak isimlendirilen aşılamadan da bahsetmek gerekmektedir. Aşılama, temiz su kullanımının ardından çocuk sağlığının iyileştirilmesinde dünyada en önemli katkıyı sağlayan tıbbi uygulamadır. Aşılamanın amacı, bağışıklık sisteminde uzun süreli hafızayı oluşturmaktır. Böylece aşı ile vücuda verilen canlılığı veya hastalık yapıcı etkisi azaltılmış mikroorganızmalar ve bunların salgıladığı toksinler, immün sistemde hafıza oluşturarak sık karşılaşılan bu etkenlere karşı vücudu hazırlıklı hale getirmekte, diğer bir deyişle bu hastalıklara karşı bireyleri korumaktadır4.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir